"Haydi Deniz!
Sabahtan beri seni bekliyoruz, biraz hızlan."
"Tamam,
çıkıyorum." dedim ve telefonu kapattım.
Şiir defterime son cümleyi
de yazdıktan sonra, "Uyku uğruyordu göz kapaklarıma, güneş doğuyordu.
Ruhum çekiliyordu kıyısına, ah! Mualla... Dalgalar kime çarpıyordu?" diye
yazdığımı tekrar okudum sanki bir sahnede, karşımda seyircilere okur gibi.
Sanki göz gözeymiş gibi...
Odamın kapısının açılırken
çıkardığı sesi duymasaydım belki hala bu satırlara boş gözlerle öylece bakıyor
olacaktım. Annemin odaya girdiğini görmemle apar topar defterin kapağını
kapatıp ayaklandım. "Yiğit geldi. Seni çağırıyor."
Başımı, tamam anlamında
sallayıp, "Geldim." dedim ve odanın kapısına doğru ilerlerken annem
durdurdu. İç çekip, "Anne," dedim bıkkınlıkla.
"Oğlum," Gözleri
dolmuştu hemen. Yine başlıyorduk! "Bak, içimde çok kötü bir his var.
Kalbim acıyor oğlum, dinle beni. Gitme."
"Anne, gerçekten
abartıyorsun ama! Bir maç sadece... Oyunumu oynayıp geleceğim." Yüzünü
avuçlarımın içine alıp, "Bak, sana söz veriyorum çok geç olmadan
geleceğim." dedim. Alnına küçük bir öpücük kondurdum.
"Bu çocuklarla oyun
oynanmaz oğlum, neden anlamıyorsun?"
''Sandığın gibi insanlar
değil-''
"Deniz!"
Yiğit'in içeriden gelen
sabırsız sesiyle sözlerimi yarıda bırakıp, "Hadi hadi, gidiyorum ben."
dedim ve yanağından da öpüp, "Güzelim benim!" dedim. İçinde
spor giysilerimin olduğu çantamı alıp odadan çıktım.
Birkaç haftadır böyleydi. Sebepsizce ağladığını görüyordum ve geceleri kalktığını, başımı sıvazlayıp öptüğünü hissediyordum. Her arkadaşımla buluşmamda rüyalarını anlatıp öğütler yağdırıp evden çıkmadan beni de huzursuz ediyordu. Durum iyice canımı sıkmaya başlasa da yine de kıyamıyordum.
"Hiç gelmeseydin
oğlum ya..." dedi Yiğit beni görür görmez.
"Daha maça iki saat
var, neyin acelesi ki bu?"
Dolaptan ayakkabılarımı
çıkarırken, "Maçtan önce bir yere uğrayacağız." dedi kendinden emin
olmayan sesiyle. Sorar gözlerimi ona doğru çevirdiğimde gözleri arkama doğru
kayınca bende omzumun üzerinden arkama baktım. Annem, mutfağın eşiğinde aynı
sorar gözlerle bize bakıyordu.
"Nereye
uğrayacaksınız?" diye sordu hemen beni şaşırtmadan.
Gözlerim tekrar Yiğit'e
döndü. "Sahanın yerini bilmeyen birkaç arkadaşımız daha var." diye
attı ortaya. "Onları da almamız gerekiyor yengeciğim." Ayakkabılarımı
giyerken anneme baktım. "Malum maçtan önce de biraz ısınmamız gerekiyor.
Yoksa maazallah, sakatlanırız falan..." Annem, Yiğit'in pek samimi
gözükmeyen tavrına ikna olmuş gibi durmuyordu. Onun az çok vukuatlarından
haberdardı. Pek sevmiyordu ve güvenmiyordu. Ama ben aynı fikirde değildim; ne
dış görünüşü ne de geçmişi onun kişiliğine hiç yansımamıştı. Yiğit özünde iyi biriydi.
Annem, bir yanıt vermek
yerine dik dik bakmaya devam edince araya ben girdim. "Haydi gidelim o
zaman. Bekletmeyelim daha fazla çocukları." Anneme kızdığımı belli eder
bir bakış attığımda bir şey söyleyecek gibi oldu ama arkamı dönüp kapıyı
hızlıca kapattım.
Binadan çıkıp sokağın
başına, caddeye doğru ilerlerken Yiğit balkondan bize bakan anneme baktı. Yine ağlıyordu. "Annenin nesi var?"
Derin bir iç çektim.
"Bilmiyorum. Rüyalarına ayak uydurmamı bekliyor sürekli."
"Neredesiniz gençler?
Hızlı olun biraz."
Yiğit'e doğru başımı
çevirdiğimde önümüzde duran siyah minibüsün önünde durdu. Takındığı umursamaz
tavrıyla, "Salla gitsin.'' dedi ve minibüse bindi. Anneme tekrardan
baktım. İyi de, ağlayacak ne vardı ki!
Minibüse döndüm. Şoför
koltuğunda uzak bir akrabam olan ve adını geçen hafta yaptığımız maçta
öğrendiğim Dinçer oturuyordu. Yanında da yüzündeki morluklardan bir kavgadan çıkmış olduğu anlaşılan, sinirli bir ifadeyle gözlerini yola sabitlemiş olan Halil... Göründükleri ve haklarında yapılan konuşmalar kadar kötü insanlar olmadıklarını umuyordum.
Minibüse bindim.
Sessizlik dakikalar
geçtikçe yeşeriyordu. Bir huysuzluk seziyordum. Herkesin yüzü bir
karıştı. Soru sorup dikkatleri üzerime çekmeye çekiniyordum. Çıkar kokusu diye
düşünüp derin bir iç çektim ve başımı cama yasladım. Nerede okuduğumu ve kimin
yazdığını hatırlayamadığım şu satırlar geçmeye başladı aklımdan: Ben geceyle
gündüz arasındaki o hazin zamanım. Ben ak satırlara mürekkep kanı bulaştıran o
muhteris kalemim. Ben kelamlarını uğruna münhasır eylemiş o caniyim. Ruh-u
revanım... Ben cehennemde cennetin sularıyla körüklenen o yangındayım. Ve
üşüyorum...
"O herifleri lime
lime edeceğim!" Halil'in sesiyle herkesin dikkati ön koltuğa yöneldi.
Birdenbire kükrer gibi bağırması ben dahil birkaç kişiyi ürkütmüştü.
"Sakin ol." dedi
Dinçer.
"Ne demek sakin
ol!" diye sinirle bağırdı Halil Dinçer'e doğru. "Şu yüzümün halini
görmüyor musun? Yanlarına bırakır mıyım ben bunu?"
"Tamam, tamam...
Bırakmayacağız. Bedelini ödeyecekler aslanım, merak etme."
Ben kaşlarımı çatıp olan
biteni anlamaya çalışırken Yiğit, Dinçer'in hemen arkasındaki koltuktan bana
kısa bir bakış attı. Kaşlarım çatıldı. Yüzünde anlamını idrak edemediğim bir
ifade vardı. Neler oluyordu?
Yaklaşık yirmi dakikalık
stresli bir yolculuktan sonra semtin çıkışındaki ormanlık alanın önünde durduk.
Herkesten önce minibüsten Halil inmişti. En arka koltukta oturduğum için en son
ben indim. Yiğit yanıma doğru geldiğinde Yiğit'in kuzeni olan Selçuk gözlerini
etrafta gezdirerek, "Ne tarafta oldu olay tam olarak?" diye sordu
Halil'e. Çenesinin ucuyla yaklaşık yirmi metre kadar ilerimizdeki gecekonduyu
göstererek, "Şu ilerideki gecekonduda oturuyorlar işte." dedi.
"Üçe tek daldılar, karşılık veremedim."
Yiğit'le göz göze geldik.
Merakımı anladığı sıra, "Anlatacağım." dedi sessizce.
"Ama şimdi görürler
günlerini. O tekmelerin, yumrukların bedelini tek tek ödeteceğim." diye
hırçınlıkla devam etti sözlerine ve elini beline doğru götürüp tişörtünü
sıyırdı. Tişörtünün altında tabanca vardı! Kalbim birden damarlarına kan
yetiştiremiyormuş gibi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Neler oluyordu, hani maç
yapacaktık? Yiğit'e baktım hemen. Dinçer'le bir şeyler konuşuyorlardı. "Ne
yapıyor bu?" dediğini duymasam da dudaklarından okumuştum. Yiğit bir
şeyler daha söyledi, Dinçer'in gözleri beni buldu. Sonra Yiğit'e dönerek,
"Yapacak bir şey yok, gelmeseydi." dediğini duydum.
Halil önden ilerlemeye
başladı. Selçuk ve diğer çocuklarda onun arkasından gecekonduya doğru ilerlerken
Dinçer, Yiğit ile beraber yanıma gelip, "Sadece
biraz korkutacağız." dedi. Ama yeterli değildi.
Minibüsün önüne geçtim. Sırtım çocuklara dönük halde cebimdeki sigara paketinden bir dal çıkardım ve çakmakla yaktım. Dumanı içime doğru çekerken annemi hatırladım. Çocukluğumdan beri hangi arkadaşım için bir yorum yapsa benim itirazlarıma rağmen en sonunda onun dediği oluyordu. O'nun için de iyi şeyler söylememişti. Ah! Mualla'm... Yine de deniz gözleriyle gülümseyen yüzü gözümün önünde belirirken sert bir duman daha çektim.
İçimdeki stresi biraz da olsa bastıran sigaramdan son dumanı da çekip yerde ayağımla söndürdüm. Tekrar Yiğit'le Dinçer'in yanına dönerken minibüsteki çocukların Halil'in etrafına toplandığını gördüm. Onlar biraz daha ileride Halil'in anlattıklarını dinliyorlardı. Ben Yiğit'lerin yanına vardığımda arkadaşlarının yanına koşar adımlarla giden Dinçer'in ardından Yiğit, "Yüzündeki şu ifadeyi sil, daha önce hiç mi bir kavgaya karışmadın?" diye sordu.
"Bana maça gideceğiz,
dedin."
"Sana bir yere uğrayacağımızı söyledim. Hem buradan sonra maça da gideceğiz zaten. Önce şunun bir derdini çözelim, sonra keyfimize bakarız.'' Bana doğru biraz daha yaklaşarak, ''Halil, şu gördüğün gecekonduda oturan çocuklardan sağlam yemiş, şu yüzüne gözüne baksana. Dinçer, alıp satma meselesi dedi ama bilmedikleri de varmış. Benim de içime pek sinmiyor ama bana güven, yanında olmaya geldik sadece. Korkacak bir şey yok. İnan, buradaki kimsede de o silahı kullanacak yürek yok." dedi.
"Tamam." dedim. Yiğit gülümsedi, arkadaşlarına doğru yürümeye
başladı. Ben de yavaşça arkasından ilerledim. Halil, kendisini dövdüğünü iddia
ettiği üç kişinin evine yaklaşık on kişi birden getirmişti. Almak istediği
intikamın büyüklüğünü bakışlarından fışkırtıyordu. Anlaşılan o
ki canını epeyce acıtmışlardı ya da kendisine böyle bir şeyin yapılmasını
yediremiyordu. İkinci seçenek daha muhtemel geldi.
Yiğit yanlarına doğru ilerlerken ben de takip ettim. Halil gecekondunun önüne giderken çocuklar da birkaç adım gerisinden ilerliyorlardı. Halil'e en uzak kişiydim. Karşı apartmanın önünde duran yaşlı bir ağacın gövdesine sırtımı yasladım. Paketimden bir sigara çıkarıp yaktım.
Halil kapıya vurdu. Kapının hemen solundaki pencerenin arkasında perdeyi aralayan adamı gördükten sonra, ''Dışarı gel.'' dedi. Adam çatık kaşlarının altındaki gözlerini Halil'in arkasında duran çocuklara değdirdikten sonra bir hışımla perdeyi çekti.
''Ben atağa geçmeden kimse kılını kıpırtdatmasın.'' dedi Halil çocuklara doğru dönerek. Kapının önünde bir ileri bir geri giderek bekledi bir süre. Çok geçmeden iki iri yarı, otuzlu yaşlarında adamla penceredeki uzun boylu yaşıtımız, ki galiba Halil'in muhattabı olan kişi, dışarı çıktılar. Bir kadın ve iki küçük çocuğun perdenin arkasından dışarıyı seyrettiğini gördüm.
Büyük adamlar kapı önünde beklerken Halil'le çocuk konuşmaya başladılar.
Herhangi bir kavga alevlenirse ne yaparım diye düşündüm. Aslında pek bir şey yapmama gerek yoktu. Burada durup sigaramı üflemeye devam ederdim. Ne de olsa ben buraya davet edilmedim, fikrim sorulmadan getirildim. Erkeklik taslayacağım tek durumum oynayacağım topumdu. Herhangi bir yardım veya Yiğit'in içinde bulunduğu bir durum olursa belki kılımı kıpırdatırdım ama yine de kendimden emin değildim. Kavga etmek, kargaşa çıkarmak gibi şeyler bana göre değildi. Yalnızca kendimi savunman gerektiğinde en son çare uğrayacağım yoldu.
Ben en uzak köşede sigaramı içime çekerken ve çocuklar da sıkılmış vaziyette halihazırda bekleyiş içindelerken Halil'in gittikçe hararetlenen konuşması kendinden uzun olan çocuğu iki omzundan üst üste iterek devam etti. Halil sesini iyice yükseltmeye başlarken geriye doğru sarsılan çocuğa bir yumruk salladığını ve çocuğun burnunu tutarak yere düştüğünü gördüm. Adamlar telaşlı şekilde Halil'e yürüyeceği sırada Dinçer birinin, Selçuk ise birinin önünde dikleşti. Halil çocuğun kendisine gelmesine müsaade etmeden üzerine atıldı ve deli gibi yumruklamaya başladı.
Gözlerim Yiğit'i aradı. Benim az ötemde, çocuklarınsa az gerisinde Halil'i izliyordu. Gidip gitmemek de kararsız gibiydi. Selçuk'la adamın da birbirine girdiğini gördüğünde Yiğit koşar adımlarla öne atıldı. Hızla sigarayı fırlatıp ona doğru ilerlerken telaşla,
"Yiğit." dedim ve kolunu tutup ilerlemesini engelledim. Halil'lerle aramızda
yaklaşık beş metre kadar bir mesafe vardı, diğer çocukların da katılımıyla kavga iyice büyüdü. Tekmeler, yumruklar, itişmeler ardını kesmiyordu. Kalbimi hissetmiyordum. Deli gibi kavga
ediyorlardı! Yiğit onu durdurmama rağmen ileri doğru birkaç adım attığında
Halil, geri çekilip tabancayı tutan elini havaya kaldırıp üst üste, sayamadığım
kadar ateş etmeye başladı. "Yiğit!"
Bir küfür savurup bana
doğru dönen Yiğit, "Kuru sıkı aptal!" diye sertçe
bağırdı yüzüme. Tepkisiz bir şekilde Yiğit'e bakakalırken bu anın bir an önce
geçmesini diledim.
Halil, sessizliği ıssız sokağa bağışlayıp herkesin olduğu yerde kalmasına sebep olurken, "Adam mısınız lan siz, ha!" diye bağırdı. ''Bu kazık bana atılır mı sandınız, şerefsiz piçler!''
Pencerenin arkasındaki kadınla göz göze geldim. Korku dolu gözlerini gözlerime değdirdikten sonra ağlayan çocuklarını sakinleştirmeye döndü, göz yaşlarını tutamıyordu.
Yerden zor bela kalkmaya çalışan çocuk Yiğit'e doğru, ''Sana adamlık dersi nasıl verilir, göstermesini bilirim.'' dedi. Çok korkunç ve sinirli duruyordu. Ben Yiğit'e iyice yaklaşırken, "Arda! Emanetimi getir!" diye bağırdı eve doğru. Dinçer ve Selçuk neye uğradığını şaşırmış gibi duran Halil'e baktılar. Dinçer, Halil'e yaklaşıp bir şeyler söyledi. Anlaşılan bekledikleri bu değildi. Gecekondudan koşarak çıkan on beş yaşlarındaki bir çocuk elinde siyah bir silahla çocuğun yanına geldi. Adamlardan biri, ''Dur Mert!'' deyip öne atılırken küçük çocuktan silahı alan Mert delirmiş gibi, "Siz benim evimin önünde, bana, kardeşlerime bunu yapabileceğinizi mi sandınız lan!" deyip oldukça ağır bir küfür savurmasıyla herkesin birden gerileyip ara sokaklara doğru kaçmaya başlaması bir oldu. "İşte şimdi hapı yuttuk. Koş!" dedi Yiğit ve arkasına bakmadan hızlıca koşmaya başladı.
Olayın idrakı ve şoku ile donakalırken arkasından bakakaldığım Yiğit, çoktan ormanlık alanın içine girip gözden kayboldu. Korkuyla etrafıma bakarken Halil ve Dinçer yanımdan bir rüzgar gibi geçti. Arkalarından koşacağım sırada kulaklarımı patlatan bir ses ve dudaklarımdan dökülen bir çığlık gökyüzünü doldurdu. Korkunun yerini alan acı bütün benliğiyle kanıma sızdı, gözlerimden bir çift sıcak damla yaş süzüldü. Kulaklarım uğuldamaya, gözlerim kararmaya başladı.
Bedenimin soğuk bir zemine sertçe çarptığını hissettim.
"Deniz!"
diye seslendi bir ses.
"Oğlum!" dedi
annemin sesi.
"Deniz!" dedi
yine gözlerimin önüne düşen deniz gözlüm, Mualla'm.
Tam gözüme çarpan güneş, kendini mavi içinde siyaha boyadı. Burada yıldız yoktu, yıldızlar O'nun gözleriydi.
Ben geceyle gündüz arasındaki o hazin zamanım.
Yaşlı kirpiklerimin arasında sahne alan gökyüzü, deniz gözlerin ve cenneti oynayan mavinin yerini buğulu bir beyaza bıraktı.
Ben ak satırlara mürekkep kanı bulaştıran o muhteris kalemim.
"Deniz!" diye seslendi o narin ses bir kez daha. Sonra bir kez daha, bir kez daha...
Ben kelamlarını uğruna münhasır eylemiş o caniyim. Ruh-u revanım...
Çok geçmeden sesine bir şimşek çaktı; sesi uzaklaştı, damlalar göz yaşlarıma karıştı.
Ben cehennemde cennetin sularıyla körüklenen o yangındayım.
Mavi kayboldu, beyaz çürüdü ve karanlık çöktü. Bir çığlık daha sessiz bir ağıtta can buldu, büyüdü.
Ve üşüyorum...
Kapanan sahnenin perdesinin ardında cehennem göründü.
Wattpad hesabımdan okuyup oy vermek için tıklayın

