16 Aralık 2020 Çarşamba

MÜEBBET - 1.BÖLÜM







Hikayeyi Wattpad hesabımdan da okuyabilir, oy verebilirsiniz. Yeni bölümlerden anında haberdar olmak için Wattpad hesabımı takip etmeyi unutmayın! Oy vermek için tıklayın


"Haydi Deniz! Sabahtan beri seni bekliyoruz, biraz hızlan."

"Tamam, çıkıyorum." dedim ve telefonu kapattım.

Şiir defterime son cümleyi de yazdıktan sonra, "Uyku uğruyordu göz kapaklarıma, güneş doğuyordu. Ruhum çekiliyordu kıyısına, ah! Mualla... Dalgalar kime çarpıyordu?" diye yazdığımı tekrar okudum sanki bir sahnede, karşımda seyircilere okur gibi. Sanki göz gözeymiş gibi...

Odamın kapısının açılırken çıkardığı sesi duymasaydım belki hala bu satırlara boş gözlerle öylece bakıyor olacaktım. Annemin odaya girdiğini görmemle apar topar defterin kapağını kapatıp ayaklandım. "Yiğit geldi. Seni çağırıyor."

Başımı, tamam anlamında sallayıp, "Geldim." dedim ve odanın kapısına doğru ilerlerken annem durdurdu. İç çekip, "Anne," dedim bıkkınlıkla.

"Oğlum," Gözleri dolmuştu hemen. Yine başlıyorduk! "Bak, içimde çok kötü bir his var. Kalbim acıyor oğlum, dinle beni. Gitme."

"Anne, gerçekten abartıyorsun ama! Bir maç sadece... Oyunumu oynayıp geleceğim." Yüzünü avuçlarımın içine alıp, "Bak, sana söz veriyorum çok geç olmadan geleceğim." dedim. Alnına küçük bir öpücük kondurdum.

"Bu çocuklarla oyun oynanmaz oğlum, neden anlamıyorsun?"

''Sandığın gibi insanlar değil-''

"Deniz!"

Yiğit'in içeriden gelen sabırsız sesiyle sözlerimi yarıda bırakıp, "Hadi hadi, gidiyorum ben." dedim ve yanağından da öpüp, "Güzelim benim!" dedim. İçinde spor giysilerimin olduğu çantamı alıp odadan çıktım.

Birkaç haftadır böyleydi. Sebepsizce ağladığını görüyordum ve geceleri kalktığını, başımı sıvazlayıp öptüğünü hissediyordum. Her arkadaşımla buluşmamda rüyalarını anlatıp öğütler yağdırıp evden çıkmadan beni de huzursuz ediyordu. Durum iyice canımı sıkmaya başlasa da yine de kıyamıyordum.

"Hiç gelmeseydin oğlum ya..." dedi Yiğit beni görür görmez.

"Daha maça iki saat var, neyin acelesi ki bu?"

Dolaptan ayakkabılarımı çıkarırken, "Maçtan önce bir yere uğrayacağız." dedi kendinden emin olmayan sesiyle. Sorar gözlerimi ona doğru çevirdiğimde gözleri arkama doğru kayınca bende omzumun üzerinden arkama baktım. Annem, mutfağın eşiğinde aynı sorar gözlerle bize bakıyordu.

"Nereye uğrayacaksınız?" diye sordu hemen beni şaşırtmadan.

Gözlerim tekrar Yiğit'e döndü. "Sahanın yerini bilmeyen birkaç arkadaşımız daha var." diye attı ortaya. "Onları da almamız gerekiyor yengeciğim." Ayakkabılarımı giyerken anneme baktım. "Malum maçtan önce de biraz ısınmamız gerekiyor. Yoksa maazallah, sakatlanırız falan..." Annem, Yiğit'in pek samimi gözükmeyen tavrına ikna olmuş gibi durmuyordu. Onun az çok vukuatlarından haberdardı. Pek sevmiyordu ve güvenmiyordu. Ama ben aynı fikirde değildim; ne dış görünüşü ne de geçmişi onun kişiliğine hiç yansımamıştı. Yiğit özünde iyi biriydi.

Annem, bir yanıt vermek yerine dik dik bakmaya devam edince araya ben girdim. "Haydi gidelim o zaman. Bekletmeyelim daha fazla çocukları." Anneme kızdığımı belli eder bir bakış attığımda bir şey söyleyecek gibi oldu ama arkamı dönüp kapıyı hızlıca kapattım.

Binadan çıkıp sokağın başına, caddeye doğru ilerlerken Yiğit balkondan bize bakan anneme baktı. Yine ağlıyordu. "Annenin nesi var?"

Derin bir iç çektim. "Bilmiyorum. Rüyalarına ayak uydurmamı bekliyor sürekli."

"Neredesiniz gençler? Hızlı olun biraz."

Yiğit'e doğru başımı çevirdiğimde önümüzde duran siyah minibüsün önünde durdu. Takındığı umursamaz tavrıyla, "Salla gitsin.'' dedi ve minibüse bindi. Anneme tekrardan baktım. İyi de, ağlayacak ne vardı ki!

Minibüse döndüm. Şoför koltuğunda uzak bir akrabam olan ve adını geçen hafta yaptığımız maçta öğrendiğim Dinçer oturuyordu. Yanında da yüzündeki morluklardan bir kavgadan çıkmış olduğu anlaşılan, sinirli bir ifadeyle gözlerini yola sabitlemiş olan Halil... Göründükleri ve haklarında yapılan konuşmalar kadar kötü insanlar olmadıklarını umuyordum.

Minibüse bindim.

Sessizlik dakikalar geçtikçe yeşeriyordu. Bir huysuzluk seziyordum. Herkesin yüzü bir karıştı. Soru sorup dikkatleri üzerime çekmeye çekiniyordum. Çıkar kokusu diye düşünüp derin bir iç çektim ve başımı cama yasladım. Nerede okuduğumu ve kimin yazdığını hatırlayamadığım şu satırlar geçmeye başladı aklımdan: Ben geceyle gündüz arasındaki o hazin zamanım. Ben ak satırlara mürekkep kanı bulaştıran o muhteris kalemim. Ben kelamlarını uğruna münhasır eylemiş o caniyim. Ruh-u revanım... Ben cehennemde cennetin sularıyla körüklenen o yangındayım. Ve üşüyorum...

"O herifleri lime lime edeceğim!" Halil'in sesiyle herkesin dikkati ön koltuğa yöneldi. Birdenbire kükrer gibi bağırması ben dahil birkaç kişiyi ürkütmüştü.

"Sakin ol." dedi Dinçer.

"Ne demek sakin ol!" diye sinirle bağırdı Halil Dinçer'e doğru. "Şu yüzümün halini görmüyor musun? Yanlarına bırakır mıyım ben bunu?"

"Tamam, tamam... Bırakmayacağız. Bedelini ödeyecekler aslanım, merak etme."

Ben kaşlarımı çatıp olan biteni anlamaya çalışırken Yiğit, Dinçer'in hemen arkasındaki koltuktan bana kısa bir bakış attı. Kaşlarım çatıldı. Yüzünde anlamını idrak edemediğim bir ifade vardı. Neler oluyordu?

Yaklaşık yirmi dakikalık stresli bir yolculuktan sonra semtin çıkışındaki ormanlık alanın önünde durduk. Herkesten önce minibüsten Halil inmişti. En arka koltukta oturduğum için en son ben indim. Yiğit yanıma doğru geldiğinde Yiğit'in kuzeni olan Selçuk gözlerini etrafta gezdirerek, "Ne tarafta oldu olay tam olarak?" diye sordu Halil'e. Çenesinin ucuyla yaklaşık yirmi metre kadar ilerimizdeki gecekonduyu göstererek, "Şu ilerideki gecekonduda oturuyorlar işte." dedi. "Üçe tek daldılar, karşılık veremedim."

Yiğit'le göz göze geldik. Merakımı anladığı sıra, "Anlatacağım." dedi sessizce.

"Ama şimdi görürler günlerini. O tekmelerin, yumrukların bedelini tek tek ödeteceğim." diye hırçınlıkla devam etti sözlerine ve elini beline doğru götürüp tişörtünü sıyırdı. Tişörtünün altında tabanca vardı! Kalbim birden damarlarına kan yetiştiremiyormuş gibi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Neler oluyordu, hani maç yapacaktık? Yiğit'e baktım hemen. Dinçer'le bir şeyler konuşuyorlardı. "Ne yapıyor bu?" dediğini duymasam da dudaklarından okumuştum. Yiğit bir şeyler daha söyledi, Dinçer'in gözleri beni buldu. Sonra Yiğit'e dönerek, "Yapacak bir şey yok, gelmeseydi." dediğini duydum.

Halil önden ilerlemeye başladı. Selçuk ve diğer çocuklarda onun arkasından gecekonduya doğru ilerlerken Dinçer, Yiğit ile beraber yanıma gelip, "Sadece biraz korkutacağız." dedi. Ama yeterli değildi.

Minibüsün önüne geçtim. Sırtım çocuklara dönük halde cebimdeki sigara paketinden bir dal çıkardım ve çakmakla yaktım. Dumanı içime doğru çekerken annemi hatırladım. Çocukluğumdan beri hangi arkadaşım için bir yorum yapsa benim itirazlarıma rağmen en sonunda onun dediği oluyordu. O'nun için de iyi şeyler söylememişti. Ah! Mualla'm... Yine de deniz gözleriyle gülümseyen yüzü gözümün önünde belirirken sert bir duman daha çektim. 

İçimdeki stresi biraz da olsa bastıran sigaramdan son dumanı da çekip yerde ayağımla söndürdüm. Tekrar Yiğit'le Dinçer'in yanına dönerken minibüsteki çocukların Halil'in etrafına toplandığını gördüm. Onlar biraz daha ileride Halil'in anlattıklarını dinliyorlardı. Ben Yiğit'lerin yanına vardığımda arkadaşlarının yanına koşar adımlarla giden Dinçer'in ardından Yiğit, "Yüzündeki şu ifadeyi sil, daha önce hiç mi bir kavgaya karışmadın?" diye sordu.

"Bana maça gideceğiz, dedin."

"Sana bir yere uğrayacağımızı söyledim. Hem buradan sonra maça da gideceğiz zaten. Önce şunun bir derdini çözelim, sonra keyfimize bakarız.'' Bana doğru biraz daha yaklaşarak, ''Halil, şu gördüğün gecekonduda oturan çocuklardan sağlam yemiş, şu yüzüne gözüne baksana. Dinçer, alıp satma meselesi dedi ama bilmedikleri de varmış. Benim de içime pek sinmiyor ama bana güven, yanında olmaya geldik sadece. Korkacak bir şey yok. İnan, buradaki kimsede de o silahı kullanacak yürek yok." dedi. 

"Tamam." dedim. Yiğit gülümsedi, arkadaşlarına doğru yürümeye başladı. Ben de yavaşça arkasından ilerledim. Halil, kendisini dövdüğünü iddia ettiği üç kişinin evine yaklaşık on kişi birden getirmişti. Almak istediği intikamın büyüklüğünü bakışlarından fışkırtıyordu. Anlaşılan o ki canını epeyce acıtmışlardı ya da kendisine böyle bir şeyin yapılmasını yediremiyordu. İkinci seçenek daha muhtemel geldi.

Yiğit yanlarına doğru ilerlerken ben de takip ettim. Halil gecekondunun önüne giderken çocuklar da birkaç adım gerisinden ilerliyorlardı. Halil'e en uzak kişiydim. Karşı apartmanın önünde duran yaşlı bir ağacın gövdesine sırtımı yasladım. Paketimden bir sigara çıkarıp yaktım.  

Halil kapıya vurdu. Kapının hemen solundaki pencerenin arkasında perdeyi aralayan adamı gördükten sonra, ''Dışarı gel.'' dedi. Adam çatık kaşlarının altındaki gözlerini Halil'in arkasında duran çocuklara değdirdikten sonra bir hışımla perdeyi çekti.

''Ben atağa geçmeden kimse kılını kıpırtdatmasın.'' dedi Halil çocuklara doğru dönerek. Kapının önünde bir ileri bir geri giderek bekledi bir süre. Çok geçmeden iki iri yarı, otuzlu yaşlarında adamla penceredeki uzun boylu yaşıtımız, ki galiba Halil'in muhattabı olan kişi, dışarı çıktılar. Bir kadın ve iki küçük çocuğun perdenin arkasından dışarıyı seyrettiğini gördüm. 

Büyük adamlar kapı önünde beklerken Halil'le çocuk konuşmaya başladılar. 

Herhangi bir kavga alevlenirse ne yaparım diye düşündüm. Aslında pek bir şey yapmama gerek yoktu. Burada durup sigaramı üflemeye devam ederdim. Ne de olsa ben buraya davet edilmedim, fikrim sorulmadan getirildim. Erkeklik taslayacağım tek durumum oynayacağım topumdu. Herhangi bir yardım veya Yiğit'in içinde bulunduğu bir durum olursa belki kılımı kıpırdatırdım ama yine de kendimden emin değildim. Kavga etmek, kargaşa çıkarmak gibi şeyler bana göre değildi. Yalnızca kendimi savunman gerektiğinde en son çare uğrayacağım yoldu. 

Ben en uzak köşede sigaramı içime çekerken ve çocuklar da sıkılmış vaziyette halihazırda bekleyiş içindelerken Halil'in gittikçe hararetlenen konuşması kendinden uzun olan çocuğu iki omzundan üst üste iterek devam etti. Halil sesini iyice yükseltmeye başlarken geriye doğru sarsılan çocuğa bir yumruk salladığını ve çocuğun burnunu tutarak yere düştüğünü gördüm. Adamlar telaşlı şekilde Halil'e yürüyeceği sırada Dinçer birinin, Selçuk ise birinin önünde dikleşti. Halil çocuğun kendisine gelmesine müsaade etmeden üzerine atıldı ve deli gibi yumruklamaya başladı. 

Gözlerim Yiğit'i aradı. Benim az ötemde, çocuklarınsa az gerisinde Halil'i izliyordu. Gidip gitmemek de kararsız gibiydi. Selçuk'la adamın da birbirine girdiğini gördüğünde Yiğit koşar adımlarla öne atıldı. Hızla sigarayı fırlatıp ona doğru ilerlerken telaşla, "Yiğit." dedim ve kolunu tutup ilerlemesini engelledim. Halil'lerle aramızda yaklaşık beş metre kadar bir mesafe vardı, diğer çocukların da katılımıyla kavga iyice büyüdü. Tekmeler, yumruklar, itişmeler ardını kesmiyordu. Kalbimi hissetmiyordum. Deli gibi kavga ediyorlardı! Yiğit onu durdurmama rağmen ileri doğru birkaç adım attığında Halil, geri çekilip tabancayı tutan elini havaya kaldırıp üst üste, sayamadığım kadar ateş etmeye başladı. "Yiğit!"

Bir küfür savurup bana doğru dönen Yiğit, "Kuru sıkı aptal!" diye sertçe bağırdı yüzüme. Tepkisiz bir şekilde Yiğit'e bakakalırken bu anın bir an önce geçmesini diledim.

Halil, sessizliği ıssız sokağa bağışlayıp herkesin olduğu yerde kalmasına sebep olurken, "Adam mısınız lan siz, ha!" diye bağırdı. ''Bu kazık bana atılır mı sandınız, şerefsiz piçler!''

Pencerenin arkasındaki kadınla göz göze geldim. Korku dolu gözlerini gözlerime değdirdikten sonra ağlayan çocuklarını sakinleştirmeye döndü, göz yaşlarını tutamıyordu. 

Yerden zor bela kalkmaya çalışan çocuk Yiğit'e doğru, ''Sana adamlık dersi nasıl verilir, göstermesini bilirim.'' dedi. Çok korkunç ve sinirli duruyordu. Ben Yiğit'e iyice yaklaşırken, "Arda! Emanetimi getir!" diye bağırdı eve doğru. Dinçer ve Selçuk neye uğradığını şaşırmış gibi duran Halil'e baktılar. Dinçer, Halil'e yaklaşıp bir şeyler söyledi. Anlaşılan bekledikleri bu değildi. Gecekondudan koşarak çıkan on beş yaşlarındaki bir çocuk elinde siyah bir silahla çocuğun yanına geldi. Adamlardan biri, ''Dur Mert!'' deyip öne atılırken küçük çocuktan silahı alan Mert delirmiş gibi, "Siz benim evimin önünde, bana, kardeşlerime bunu yapabileceğinizi mi sandınız lan!" deyip oldukça ağır bir küfür savurmasıyla herkesin birden gerileyip ara sokaklara doğru kaçmaya başlaması bir oldu. "İşte şimdi hapı yuttuk. Koş!" dedi Yiğit ve arkasına bakmadan hızlıca koşmaya başladı.

Olayın idrakı ve şoku ile donakalırken arkasından bakakaldığım Yiğit, çoktan ormanlık alanın içine girip gözden kayboldu. Korkuyla etrafıma bakarken Halil ve Dinçer yanımdan bir rüzgar gibi geçti. Arkalarından koşacağım sırada kulaklarımı patlatan bir ses ve dudaklarımdan dökülen bir çığlık gökyüzünü doldurdu. Korkunun yerini alan acı bütün benliğiyle kanıma sızdı, gözlerimden bir çift sıcak damla yaş süzüldü. Kulaklarım uğuldamaya, gözlerim kararmaya başladı. 

Bedenimin soğuk bir zemine sertçe çarptığını hissettim.

"Deniz!" diye seslendi bir ses.

"Oğlum!" dedi annemin sesi.

"Deniz!" dedi yine gözlerimin önüne düşen deniz gözlüm, Mualla'm.

Tam gözüme çarpan güneş, kendini mavi içinde siyaha boyadı. Burada yıldız yoktu, yıldızlar O'nun gözleriydi.

Ben geceyle gündüz arasındaki o hazin zamanım. 

Yaşlı kirpiklerimin arasında sahne alan gökyüzü, deniz gözlerin ve cenneti oynayan mavinin yerini buğulu bir beyaza bıraktı. 

Ben ak satırlara mürekkep kanı bulaştıran o muhteris kalemim.

"Deniz!" diye seslendi o narin ses bir kez daha. Sonra bir kez daha, bir kez daha... 

Ben kelamlarını uğruna münhasır eylemiş o caniyim. Ruh-u revanım... 

Çok geçmeden sesine bir şimşek çaktı; sesi uzaklaştı, damlalar göz yaşlarıma karıştı. 

Ben cehennemde cennetin sularıyla körüklenen o yangındayım. 

Mavi kayboldu, beyaz çürüdü ve karanlık çöktü. Bir çığlık daha sessiz bir ağıtta can buldu, büyüdü. 

Ve üşüyorum...

Kapanan sahnenin perdesinin ardında cehennem göründü.

Wattpad hesabımdan okuyup oy vermek için tıklayın